posst it!

ufak ufak not kağıtlarında deli deli notlar.

onu yap-bunu yap-şunu unutma... peki ya kağıt kaybolursa?

onu nereye yazacaksın ki?

-ki cepler parşömen bir fikir çöplüğüyle doluysa?


Sanatsanal

Masalsı anlatımlar yapıştı ağlayan gözlere. Herkes masum kendi hikayesinde. Herkes kendine hüsran.

Dünya dost bilinip olunur alemle barışık. Durumlarsa biraz karışık, bilemeyiz pek onu. Olsun, klavyelerden zerk ettiğimiz "gerçek yalanlar" nasıl olsa. Hep bize özel, onlara sanal. Sizlere ise sanatsanal...

Yüreğinden bir sevgi fışkırt, bana kalbin kadar temiz bir sayfa yırt. Sonra o sayfaya yaz kederlerini. Biraz da çocuk ol, işte bu kadar, bitti. Bak, hepsi anlıyor artık seni!

Kutsaldır acıların izdüşümleri, gölgeler boyu sürer. O gölgelerde karalanır insanlar. Sen ise alabildiğine uzaklaştığını zannedersin kendinden. Oysa ki kendinedir acınası tek kaçışın. Her nafile nazirende kemirgen bir elemle cız eder yalnızlığın. O kadar bellidir ki kendini kandırdığın!

Ve sönerken birden ışıklar,
Hiç kimse göremez içindekini, yine sadece ben anlarım.

62'den tavşan yapıp, 4 buçuktan 5 almak

sevemedi matematiği pek. belki de ondan yıllar boyu yazdı. eşek kadar adam olup, sakalları yüzüne batasıya kadar yazdı.

çizemedi de çok. denedi ama pek olmadı. kelimelerini bağlayamadı komik karakterlere. konuştukları komik olsa da tipleri komik olamadı

yıllar evveli, mavi önlüklerle doluşurken sınıflara ve bir üst jenarasyonun kara önlüklerine anlam veremezken, kara tahtadan beyaza geçişi gördü. tebeşirden kaleme, mürekkepli kırtasiyeye. o yüzden çok öksürüp tıksırmadı toz bulutlarında. bir tek yere dökülen tahta talaşına anlam veremedi; sonra yağmurlu bir günde yüzünü bile hatırlamadığı bir adam açıkladı ona. ardından arkadaşı kustuğunda da hak vermişti adama, talaş iyi ki vardı.

aynı yıllar beyaz sayfalara dağ çizdi iki tane, ortasından güneş doğurdu hep. gökyüzü yaptı, köşesine bir güneş daha çizdi çubuklu çubuklu. ev yaptı bacası tüten, kocaman iki güneşin sıcağına rağmen. göl yaptı, deniz, nehir, su; o iki dağın arasından süzülüp giden

sonra kırlarda koşan tavşanlar çizdi, bunlar "dolap bebek" ler gibiydi ve çizmek çok zevkliydi. 62'lerden fırlayan neşeydi hepsi. matematiğin en güzel dersiydi, halbuki ders `resim`di ve öğretmen defterleri kontrol ederdi. çocuksa yırtardı kağıtları kocaman resim defterinden. bir de sayfa aralarında ince ince kağıtlar vardı, onlara da anlam veremezdi; bilmezdi ki pastel renkler karışmasın diye var olduklarını. üstünü karalar buruşturup atardı hep deli bir öfkeyle.

ardından büyük gün geldi, defterler kontrol edildi, 62'den tavşanlar beğenildi, imzalar atıldı üstlerine kırmızı pilot kalemlerle. yırtık sayfalardan not kesildi sonra. tüm sınıfın notlarına baktı öğretmen hanım, herkesin 5 aldığı dersten 4 almıştı çocuk, olmazdı ki, ağlardı çok. hemen kanaat notu devreye girdi ve dört, buçuğundan beş oluverdi.

üstünden yıllar geçti, 62'den tavşanlar `diferansiyel denklemler` üzerinden zıplarken `limit`lerini aşıp `türev`leriyle çarpıştılar. sınavlarda kaşınan kafaların bazı yerlerinde saç kalmamıştı artık. hesap makineleri bile isyanlardaydı, "ln ne lan?" diyorlardı sahiplerine.

geniş ve yankılı bir sınav salonuydu. etraf can çekişen sıkıntılı insanlarla doluydu. her masada ayrı bir savaş hüküm sürmekteydi.

adam baktı, baktı. sonra kalemi masaya koydu. tavşanlar kaçıştı önce, sonra rakamlar geldi geçti. şöyle bir iç geçirdi; ne pastel renkler, ne de kanaat notu kalmıştı artık. eskiden 62'den tavşan türerken artık 59'tan 60 bile olmuyordu."vay be" dedi, durdu, "nasılsa ortalama düşer, geçerim lan" diye düşündü kendi kendine ve salonu ilk o terk etti.

* çözümlemeler / 1 *

bu gece şunu anladım; hayat seni sürekli default ediyorsa, fabrika ayarlarına döndürüyorsa, ya sende, ya fabrikada, ya da planlarında bi problem var demektir. veya bunların hepsi birer yanılgıdan ibarettir...

yalabık ticaret

Çocuktum, elime bi tüp tutuşturuldu, “git bunu doldur da gel” dendi sonra. Havada kesif bir duman kokusu ve oksijensizliğin hüznü vardı. Balkon çamaşırlarına is çökerdi hep pazar günleri, ertesi gün karbondioksit kokulu formalarla doluşurduk okullara. Doğalgaz yurda giriş yapmamıştı henüz, gökyüzü kapkara, ithal kömür ise kraldı.

Paranın üstü bana kalır mı ki” deyip çıktım yola. Boş tüple artistik numaralar yaptım yol boyu, “hah, bu muydu taşıyamazsın dedikleri “ diye hayıflandım..Tüpçü amcanın karanlık dükkanına vardım sonra, Çarpık çurpuk tüpler içinden en düzgününü seçtim. Yamuk tüp aldım mı annem kızardı bana. O zamanlar hangi firmadan olursa olsun tüplerinizi alır, kabartmasını taşlayarak silerlerdi. Üstüne bi kat boya daha atıp kendi tüpleriymiş gibi satarlardı. Sıkıştırılmış gazın revolver gibi patladığı yıllardı hanelerde . Banyo şofbeninden zehirlenmek en popüler ölüm şekliydi ve mutlaka akşam haberlerinde yer bulurdu kendine.

Kollarım dolu tüpün ağırlığını hissederken iki adımda bir mola verip dururdum. Soğuk iliklerime kadar işlerdi. Etrafta soluk mantolu adamlar dolaşırdı, kahvelerden sigara dumanı ve kahkahalar yükselirdi. Herkes yüzünü gizler gibi kaçardı soğuktan ve evde içeceği bi bardak çayın hesabını yapardı.

Bu yolculuğun tekrarlayan her seferinde bi dükkanın önünden geçerdim. Ne yaptığını, ne iş gördüğünü bilemedim bir türlü. Ve o dükkanı yıllar boyu hiç açık görmedim. İsmi Yalabık Ticaret’ti.

Camında soluk bi perde vardı, kahverengiden griye, griden siyaha tonlamalı. Tabelası yıllar evvel yapılmıştı, ama belli ki dönemin en güzel tabelalarındandı. Telefon numarası dört haneliydi, oysa ki yedi haneli numaralar çevirmekteydik o zaman. Parmaklarımız kopardı çevirmeli telefonlarda, çrrrrink tıkı tıkı tıkı tıkı sesleriyle birlikte tonlanan küfrün biri bin paraydı.. bir de karşıdaki meşgulse , illa ki ulaşmamız gerekiyorsa da, tam bir belaydı, redial yoktu, olsa da zengin işiydi zaten.


Sonra tüpü yerden kaldırdım, bir seferde, tüm kolumun kuvvetiyle. Beş altı adım daha uzaklaştım oradan, akabinde yamula yamula diğer kolumla taşımaya çalıştım. Bir iki adım da o etti. İyi kötü yol almıştım. Yıllar sonra uğrak durağım olacak atari salonunun önüne gelmiştim şimdi de.

İçeriden yükselen gürültü, türlü oyun sesinin birbirine karışması…Karanlıkta 2D animasyonlardan patlayan renkler… hepsi öylesine ilgi çekiciydi ama içeri girebilecek illegal yaşı bile doldurmamıştım daha. Üstelik eve gitmeliydim, akşam yemeğinin kaderi ve banyoda ısınmak için kullanılacak tüp ellerimdeydi.

Üstünden yıllar geçti, biçimler, insanlar, mekanlar ve hayatlar değişti. adı beynimin neresine kodlanmışsa bir kez daha gözümün önüne geldi “Yalabık Ticaret”. Belli ki Yalabık adamın soyadıydı, düşündüm, Hasan Yalabık? ya da Osman, Hüsamettin?

Küçük yerlerde insanlar yaptıkları iş ve gerçek adlarıyla nam salarlardı, ticarethanelerini de öyle isimlendirirlerdi. Onlardan bahis açıldığında da hep bir reklam olurdu dilden dile dolaşan. En ucuz ve en etkili tanınma yöntemiydi bu.

Yalabık Ticaret, yalabık, yalabık, yalabık… düşüne düşüne köküne indim kelimenin, yala-bık oldu birden. Yıka ve çık gibi, yala ve bık. Ulan dedim, ne çok insan var etrafımda aslında yalayıp bıkmayan. Yalandıkça yalayan, yalan olan ve yalamak için türlü yollara başvuran.

Gerçek anlamı bu değildi tabi, öğrenmek için teknolojiyi aşındırdım yine. Tarayıcının otomatik bulduğu sitelerden geçtim, aslında hızla uzaklaştım oralardan. Fotolar altında yapış yapış yorumlar, sırf ego tatmini için kiralanmış web alanları, can ciğer kuzu sarmaları... pislik içinde vıcık vıcık bir şölen yine kol geziyordu adres çubuklarında.

Oysa benim bi çocukluğum vardı tüm absürdlüğü ve seçeneksizliğiyle. Aradığım kelimenin manası buydu, imkansızlıktı, üşümekti, güç bela buzlu yollardan geçip o yamuk tüpü eve ulaştırabilmekti. Daha ne arıyordum ki bilemedim, kurnaz internet tilkisini kapadım, odamdan çıktım ve inanmaktan da vazgeçtim.

Peki TDK ne dedi?

saybırsonik - sistematik

"lan, ne bu durgunluk?" dedi soluk msn adamcıkları. hepsi birer birey ve vızıl vızıl dönüyor tıklandığında. yazdıkça acımayan, acımadıkça acınası bi hal alan insan(cık)lar. ademoğulları, insan evlatları... teknoyabanıl hayatlar. reelde her b.ku yiyip, sanalda ağlayanlar. sevgilisine gizliden duygusal giydirenler: "ağlamayım, o benim şimdi... aayh oluyo galiba. biraz daha ajitasyon, eveeet hop elimde. şimdi biraz daha aşiftelik yapabilirim, nasılsa dünya benim!" ya da sanatsal saçmalıklar silsilesi: "bugün hulahop çevirdim günlük, babam seni evlendirelim dedi." "bi film izledim altmışlardan kalma, çapaklarına kurban. ama öyle deme bıloğom, kendimi buldum vallahi". bir de başkalarının fikirleriyle kendilerini tanımlayanlar var. lan o kadar mı sığsınız ki cümleniz kalmadı heybenizde: "olmaz, ünlü düşünür der ki: hedehödözırtpırt". iyi de seni tanımlamamış ki pis kopipestçi.

öbür yanda parmağı klavye tuşuna değmemiş adam. belki de dünyasının renginden korkmuş da kaçmış. hiç mi merak etmedi zannedersin? elbette geçiyor aklından. ama tüm renkler birleşince, keskin parlak bi beyaz olur ya. hani şu göz alan. kör olmaya niyeti yok işte anla artık.

sonra o güneşi doya doya hissederken teninde, havayı solurken nefes nefes, sen kablolarınla, mikroçipli aygıtlarınla, sinyal dalgalarınla uğraşırsın.kaç mhz lan frekansın? selamını çakıp gider evine bak, titreşim bile yollamadan. aaa smiley takımı yüzünde adamın, mimik diyorlar hatta. yok, dur kısayol atayalım. olmaz yorulmayalım. yorulmadıkça da yok olalım zaten. şu dünyada dikili bi biloğum bile yok dememek için. o da bişey mi tivitırım bile var bak, tivit tivit. feeeyz zıplama yavrum, amcalar kızıyo ama.

merhaba dünya!

ücretsiz uyanma ve uyandırma servisi devrede... çok başka kelimelerle, bu kez burada, orada, ordabiyerde...