ötenazi / normalize ?

Çok ara verdin dediler. Teknik hatalar yüzünden yıllar geçti. Açıkcası o dönem biraz denedim ama umursamadım. O yıllarda zaten birçok şey değişti. Esasında yaşadım da, çok duraksamadım.

Yeri gelince söyleriz deyip o yeri hiç bulamayan insanlar ordusuyuz. O yeri bulsak da susarız. Ezelden beri böyleydi kabul de, zaten susmamız için elimize minik ekranlar tutuşturdular.

Alınacak tedbirler doğrultusunda yaşadığın standart hayat son model minik bir ekrana ve o ekrandaki milyon tane filtreye sığıyor, sen de oraya sığmak için filtre kahveyle hayata koşuyorsun. Değişken olmayan tek şey değişkensizliğin kendisi. Sadece form değişir, anlamak güç değil.

Ötesine bakmadan ötenazi hakkını isteyen hayatlar var etrafında, çarpıp geçer omzuna. Oralarda yaşayanlar bilemezler, görmezden gelirler ama biz de yarı diri yaşarız, hakkımız olsa ötenaziyi de isteriz.

Hep birlik kıyameti bekler gibi yaşamıyor muyuz zaten? Solgun renklerimizden, muhabbet diye yapıştığımız klişelerden apaçık belli. İnatlaştığımız hayatla artık ne kadar cebelleşiyorsak o kadar da intikamını alıp bi köşeye atıyor seni de beni de, yalanlamak imkansız. Sen tabi ki süslü düşlerle sıkıştığın kafesinde bunlar bende yok diyebilirsin belki. Ama o noktada bile yarı vücudun bu bataklığın içinde.

E tabi normalize de oluyor zamanla. Uyuşuyor beden, uyuşuyor ruhlarımız. Çalı çırpının arkasına saklanmış gibi ruhlarımız, karşıdan apansız bir kurşun sıkılacak da zamanı belli değil gibi.

Bekliyoruz ikimiz de.


öz'ü alıp gidebilmek...

Cümleler kurduk, konuştuk epey. Hatta bazen çok uzun cümleler kurduk. Ne tartıştığımızı unuturcasına konuştuk. Uzun cümlelerle hayatı çözümleyebildiğimizi sandık.

Bilmiyorum ki… 


Kısa ve öz olanla, zaman kaybetmeden ve detaylara boğulmadan yaşayabilmek, söz konusu “öz”‘ü alıp gidebilmek çok da zor olmamalıydı. Zoru seçtik. 


Şimdi zaman akıp gidiyor ve evet sen de kimseyi dinlemiyorsun. Emin ol o da seni dinlemiyor. Belki de dinliyormuş gibi davranıyor. Biliyorum, çünkü dinliyor olsaydı bu kadar yorulmazdın. 


Basit olurdu hayatın. Dijitale sıkışmazdın, belki simgesel hobilerin olur, işe bisikletle gider gelirdin. Okuduğun kitaplar okumak zorunda hissettiklerin olmayabilirdi mesela. Mesela herkesin izlediği videolar hakkında yorum yapma gereksinimi duymazdın. Kurmaya çalıştığın mizahı hayatına tatbik edip gülümserdin. Gün boyu seni sıkan bir gömlek, kravat, ya da bedenini daraltan kıyafetlerin de olmazdı.


Dinleseydin olmazdı, dinleseydik olmazdı. Komplike olana koşar adım özlem duymasak olmazdı. İç içe geçmiş zaman düzlemlerini, bize hiç fayda sağlamayacak kadar istemeseydik olmazdı. 


Şimdi bu garip isteklerle, kimin icat ettiği bilinmeyen mesai saatleri içinde, mesai çıkışı da kaftan biçilen hayatı giyip, aldığımız nefesi sönümlüyoruz. 


Var olabilecek bir hayatı, yok etmek için uğraşıyoruz.

ölürcesine.

Ölüp gittiğim zaman sana çok okuyacak şey kalacak. 

Ve ne yazıktır ki, belki bunlardan haberin bile olmayacak.

Kan, can ve ruh bir arada olduğunda ve çoğunlukla herkes uyuduğunda yazılan bu satırlardan, belki de çok geç haberin olacak. 

Belki de dünyaya açılan bu harfler, senin dünyana çoook sonra dokunacak. 

Olsun.

Bazen, hatta hiç anlatamadım kendimi. 

Çoğunlukla da dinlemediniz.

Olur da bir gün, dinleme ihtiyacı hissederseniz… diye yazıyorum. 

İnanın, ben de sadece kendimi yazıyorum.

Bazen bilinçsiz, bazen de ölürcesine.

inanmazsın(ız), insan mısınız?

Ne istiyoruz hayattan? Ne diliyoruz? 

Ne için kendimizden vazgeçebiliriz? Ne için bırakırız her şeyi? 

Sorduğum anda yok olan, cevabını bulmayan bir soru bu. 

Halbuki cevaplar bende. Söylediğim zaman çok şaşıracaksın.

Bunları başka yerde bulamazsın.

İnsanlar şaşaaya tapar vaziyette. Yaz bunu kenara. 

Seni görmesem de, duymasam da. Bana şaşalı olduğunu hissettir yeter ki. Yeter ki paran olsun. Yeter ki dandirikten de olsa mevkin olsun. Sana tapıyorlar. Hiçbir şey değilsen bile, bir şey olacakmışsın gibi davranıyorlar.

Ve sen o yolda böl, parçala, dedikodu yap… Umursamıyorlar. 

Gün sonunda alınan kararlar etiket üstüne. 

Kim ne kadar değerli ve ne kadar para eder?

Kim yediğimin içtiğimin hesabını öder? 

Ve ben asalak gibi nasıl yaşarım dünyada? 

Nasıl hayatımı kazanmadan, mücadele etmeden, bir varlık ortaya koyar ve kabullendiririm insanlara?

Ve o varlık nasıl beni mahveder günden güne? 

Ve nasıl görmezden gelirim? 

Nasıl bunu bana anlatanlara zulmederim? 

Kendimden geçtiğim kadar her suya damlattğım zehrim ve akmayan durgun nehrim…

Beni nereye alır nereye götürür diye…. Sormaz mıyım?

Sormazsın. Sormazsın kardeşim. 

Seni, kaptırıp gittiğin yalanlardan alıkoymak isterdim. 

Ama sen ne yazık ki o yalanların esiri olmuşsun.

O yalanın aksine davranana düşman olmuşsun.

Başta kendine, sonra bana düşman, hatta hıyaneti hoş gören olmuşsun. 

Diyemem ki sana böyle böyle diye. Anlamazsın. Dinlemezsin.

Çünkü yalanların çepeçevre sarmış seni. Sen dahi inanmışsın.

Seni sevdiğini zannettiklerin de inanmış.

Hepimizi boktan, kurmaca bir dünyaya davet ediyorsun. Ve hepimiz de ilk aşamada buna salak gibi inanıyoruz. 

Son anda uyananları aforoz ediyorsun. 

Sen uyanmadığın gibi, kimse uyanmasın istiyorsun. 

Ama; taa yıllar önce demiştim ben, ki o zaman sen yoktun. 

“Ücretsiz uyandırma servisi devrede” diye. 

Çok yakında, orda. Ordabiyerde. 

E sana da değdi ordabiyerde.

yazdım.

Yazdım. 

Herkes uyuduğunda yazdım. Kimse bilmediğinde yazdım. Umursanmazken yazdım. 

Okundum. 

Kelimeler, cümleler nüfuz etti bir yerlere, cevap geldi, bazen de gelmedi. 

Bazen bilmesem de olur dediğin an var ya, işte o an öğrendim.

Değişen çok şey var. Sildik kendimizi, yeni bir yapı içinde var olmaya çalışıyoruz. Üstelik bu yüzyılın insanı değiliz biz.

Bizi bu zamana adapte eden kötü alışkanlıklar, kendimizi iyi hissedelim diye dizayn edilmiş oyunlar var. 

Oynamayalım.

Sikko dertleri dile getirip sanalda, oradan prim kasmayalım mesela. Hayat bu değil. 

Yaşam mücadelesi sanattan niye bu kadar uzaklaştı? Biz neden hayattan uzaklaşmak için bu kadar çaba sarf eder olduk? Ve neden sanat sadece hayattan soyutlanmak için çaba gösteriyor? 

"Ya bırakalım bu işleri mösyö", dediğinizi duyar gibiyim :) Halbuki ölü bir bedenin yazdıkları "Pandora’nın Kutusu" etkisi yaratmayacak sizde.

Belki çoktan ölmüş olacağım keşfettiğinizde.

susarız.

Evet sen de düşündün. Senin aklından da geçti. Paranın ve mantığın satın alabileceği kadar yaşamak da acıymış değil mi? Ben öyle yaşamasam dahi… 

İnsanoğlu kendi kaçış yollarını kapatmış. Önüne duvarlar örmüş ve yine o duvarlara delikler açıp içeri ışık girmesini sağlamış. O ışığa umut demiş, kaçış demiş, olur yol demiş. 

Olmamış. 

Yeni yerinde, yeni insanlarla ve kendini yeni sandığın noktada ne var ise, eski olduğun “sana” bir nevi işkence edip bitiriyor. Seni sen yapanları silip kazıdıkça, altından bambaşka yaralar çıkıyor.

Değişmiyor. 

Aynı tatsız duygu, aynı sitem ve yüzyıllardır süregelen değişik bir his… Ne tarihte ne de bugünde yer bulabilmiş kendine. Anlatmak istesem anlatamam, yaşasan da zor. Belki okuyunca anlarsın. Tek deşifre yolu bu. 

Belki giremediğin kanaldan, ya da artık heves etmediğin yaşamdan bahsederim bir gece. Dinlemeni isterim. Dinlesen anlarsın. Rol yapmadan yaşarsın bir süre. O an zaman durur, geçtiğimiz tüm yollar kısalır. Dünya küçücük bir yer olur, küçücük de bir yerdir aslında.

Aslında geride bıraktıklarımız bizdir, kendimizdir. Kimse bilmez.

Kimse bilmez ama biz bilsek de susarız.

hüküm/yargı.

Karanlık bir gökyüzüne dumanını üfle sigaranın. Sessiz... Pencereden sokağa zerk et kendini. Apansız... Baş ve omuzlarınla ait ol dış dünyaya. Ayakların kök salsın zemine. Sen, sen olup bambaşka birine dönüşürken, bırak insanlar ve şehir uyusun… 

Onlar ki alıp veremedikleri ve tam olarak hesap edemedikleri telaşları gün batımına dek sürdürdüler. Karton dünyalarında plastik duygular yaşadılar. Öyle ki yağmurun yağmasını, kelebeğin kanat çırpmasını ya da bir kedinin yuvarlanmasını bile olağanüstü zannediyorlar. Yanından geçip gittikleri her güzelliğe pişmancasına geri dönüp, aslında aradıklarını da bulamıyorlar. Zaten ne aradıklarını bilmeden yarışıyorlar. Kanatırcasına, kıyasıya, “can”ı döver gibi...

Ne zaman bir düşman alt edilse zaferler çağlıyor. Ne zaman yeni bir düşman yaratılsa da nefretler silsilesi. Bu bitmek bilmeyen devinim içinde doğalmış gibi davransalar olmuyor. Davranmasalar da olmuyor. Türlü şirinliklerle şeytanlıkları örtbas etmeye çalışıp; gocunmadan, kırılmadan, yüzyıla yakışır sahteliği yapıştırıveriyorlar kimliklerine. Onlara da bu yakışıyor. Ama sana hiç yakışmıyor.

Biliyorum, başka türlü olmuyor. Çarkları çok sıkı artık hayatın. Sen de orada yer bulmak istiyorsun kendine. Tıpkı senle aynı duyguları yaşayan milyonlar gibi. Peki, boşversen biraz. Gevşesen. Paylaşmasan? Ne kaybedersin paylaşmasan kazandıkların karşısında? Ne kazanırsın yaşamı ıskalamasan? Çok basit şeyleri büyütmesen gözünde? 

Evet alt edildi dünya betonla, yığınla, küfürle. Evet sen de muzdaripsin bundan. Ama ne yaptın ki bu mağlubiyeti haklı kılacak? Ya da ne katkın oldu ki bu hezimete? Zamanla durdun, dünya döndü ve hep istedin. İstemeyi istedin. Hiçbir şey yapmamayı. Yorulmamayı ve tembelliği istedin. Güzel çıkmadığın fotoğrafın güzel olmasını istedin. Gezmediğin şehirleri gezdin sansınlar istedin. Sevmediğin insanlara aşık olmak istedin. Ya da en azından cümle alem öyle bilsin istedin. 

Peki ya başarabildin mi?